1 Ekim 2012 Pazartesi

Lüzumsuz Kadın



Her şey parmağımdaki yara izini fark etmemle başladı. Sahi parmağımdaki yara izi nereden çıkmıştı? Bilmiyorum ya da hatırlamıyorum. Bilmem ya da hatırlamam bu kadar mühim mi gerçekten? Nedense bunları düşünüyor ve boş boş oturuyorum masamın başında. Perdem pencerenin açıklığından gelen esintiyle havalanıyor bense esintideki umutsuzluğumu çekiyorum içime. Gemici geliyor aklıma. O da ne demek? Ben hiç gemici tanımış mıydım ki?  Bilmiyorum. Sanırım… Çocukken ailemle bir bota binmiştik. İzmir’de. Kuşadası olması muhtemel. Yoksa Muğla mıydı? Bodrum da olabilir. Her neyse bir yerde bir bota binmiştik. Belki de tekneydi. Belki küçük bir motor. Gerçeği şu ki denizin üstünde giden küçük bir araca binmiştik, adı her neyse. Gece yarısıydı. Annem telaşlıydı ve üstümü örtmeye çalışıyordu. Bottaki diğer üç beş kişiyse, küçücük alanda anlamsızca dolanıyor, oldukları yerde daireler çiziyordu. Botla nereye geçtik, neden o bota bindik, herkes neden telaş ediyordu bilmiyorum, hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum desem daha doğru olur.  Oysa Gemici Amca dediğim Kaptan Bey’in  gözleri, annemin sıcaklığı, babamın beni kucaklayışı ve üzerimdeki ekoseli battaniye çok anlamlıydı  ve  onların hepsi, şu anmış gibi gözümün önündeler. Durun bir dakika. Ben nereden geldim buraya? Gemici geldi aklıma önce, herhangi bir gemici ve gözleri. Peki gemici nereden çıktı? Kafamın karışıklığından olsa gerek çünkü kafamdaki düşünceler gemici düğümü gibiler. Gemici Amca gelse, bana naif naif baksa ve o babacan ses tonuyla korkma küçük kız, her şey yoluna girecek deyip alnımdan öpse, sanki düğümlerin hepsi bir bir açılacakmış gibi hissediyorum. O halde Gemici Amcayı bulmalıyım. Beynimin en derinine iniyorum ve oradan el sallıyorum gemiciye.Gemici dediğim bu sefer farklı. Kaptan Bey aynı ama benim gemici bir başkası. Gemici dur diyor Kaptan Bey’e. Ben kocaman bir kadın oluveriyorum. Gemici bembeyaz üniformasıyla çapkın çapkın bana doğru yürüyor. Belimi iki eliyle sarıp beni kendine doğru çekiyor. Kızarıyorum. Kaptan Bey uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibi alkışlıyor bizi. Gemici sımsıkı sarıyor bedenimi, korkma kadınım diyor korkma, ben buradayım. Derken etraf aydınlanıyor, gündüz oluyor birden. Etraf 60’lı yılların elbiselerini giymiş hanımefendiler ve beyefendilerle doluyor. Bot çoktan kocaman bir gemiye dönüşmüş bile. Gemiden düdük sesi geliyor. Gemicim dudağıma bir öpücük kondurup gülümsüyor. Hoşça kal, diyor. Gemi kalkıyor, denizin üzerinde dalgalar ve köpükler bıraka bıraka uzaklaşıyor. Bense olanlara anlam veremiyorum. Bir gündüz vakti, beyaz puanlı kırmızı elbisem, hasır şapkam ve beyaz eldivenim ile çantama yöneliyorum. Mavi işlemeli, martı desenli beyaz bir bez mendil çıkartıp gözyaşlarımı siliyorum. Düşündüğüm tek şey bedenimi kontrol edenin benim benliğim dediğim beynin olamayacağı oluyor. Çünkü tanıdığım benlik olsaydım; dehşetle etrafı süzer, bir sağa bir sola bakardım. Ancak tam aksine olduğum yerde kalmıştım. Ağlıyordum. Giden Gemicime ağlıyordum. Ağlıyordum. Ağlıyor… Derken etraf karardı tekrar. Bedenim çocuk bedenine bürünmüştü yeniden. Sene 1994’tü. Aylardan haziran. Ağlamamı kesmeden babama koştum. Kucakladı beni. Kopmak üzere olan parmağıma baktı. Şehrin merkezine ulaşmamız gerekti bir an evvel. Botun kalmak üzere olduğunu gördü. Bota bindik. Yanımızdaki genç kadın anneme battaniye uzattı. Annem üzerimi örttü ve beni usulca öpüp saçlarımı okşadı. Babam ablama sarıldı. Bottan inerken parmağım yeniden sızladı. Odamdaydım. Odamdayım. Her yer sessizlik dolu. Masa lambam koltuğumun üzerinde, lambası patlamış odamı aydınlatmaya çalışıyor. Babam uyukluyor. Annemle ablam telaşlı telaşlı konuşuyorlar. Ben sessizce gemiciyi düşünüyorum ve kaptan amcayı hayal ediyorum. Kafam hala karışık. İçim hala buruk. Neredeyim belki de neredeydim demeliyim. Dedim ve bitti.
23 MAYIS 2012 - ÇARŞAMBA
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın…  
Nazım Hİkmet RAN”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder