Nişantaşından dolmuşa biniyor Aksaray'a geçiyoruz, Haseki'ye. Pak kokulu anneannemin, çatal sesli yufka yürekli dedemin yanına gidiyoruz. İftara. Öyle ya eskiden iftarlar kalabalıktı. Ölüm meleği oturmamıştı soframıza çünkü. Dedemle şark köşesine geçiyoruz. Bana Atatürk'ü, geçmişini ve cumhuriyeti anlatıyor. Cumhuriyetin çocuğu o. Bu beni hep heyecanlandırırdı. Anneannemin büyümüş olduğu Gedikpaşadaki Paşa Konağını ve Hacı Abdurrahman'ın anılarını; bir mirasın ve koca konağın nasıl yok edildiğini dinlemek ise bambaşka bir zevk verirdi bana. Anneannemin Ermeni ve Rum arkadaşlarını tanımak isterdim hep. Saime derlermiş, bebeğin ne güzel derlermiş. Birbirlerine şarkılar söylerlermiş. Anneannem dört beş farklı dilde şarkı söyleyebilirdi. En çok fransızca şarkı söyleyişini severdim. Ona her gittiğimde bana bu şarkıyı muhakkak söylerdi. Ona benzediğim için beni daha farklı severdi. Küçük manolyasının küçüğüydüm. Ne güzel konuşuyorsun derdi bana, tam bir hanımefendi oldun şimdi derdi. Pak kokulu anneannem.
Böyle geceler sorguladığım, var olduğumu hissettiğim fakat varlığın ne demek olduğunu anlamlandıramadığım korku ve geçmiş dolu gecelerdir. Tam arkamdan bir şey beni takip eder böyle gecelerde. Döndüğümde arkamda ufak bir karaltı görürüm. Sonra yok olur. Delirme korkumun eseri olan bu karaltı belki de geçmişin vücut bulmuş hali. Şimdi yeni yeni idrak ediyorum bunu. Böyle gecelerde benimle konuşan benim çocukluğum, gençliğim ve benim.
Böyle gecelerde, geçmişin hayaleti hüznü ve umudur kondurup yürüğüme uçar gider böylece.